Bıçaklar açmıyor kimsenin ağzını…
Sorduğum soruların hiçbirine yanıt alamıyorum…
Sessizlik…
Geceyarısı bir dağın, bir ovanın, kuş uçmaz kervan geçmez bir köyün sessizliği gibi…
Mevsim sonbahar…
Ağaçlardan gözyaşı dökülüyor…
Ağaçlar gibi ayakta ölmek isteyenlerden bile ses yok…
Meydanlar boş…
Kapılar kilitli…
Siz değilsiniz ölecek olan sanki…
Haberleri izlediniz, küfrettiniz ve içinize gömdünüz ne varsa…
Issız ormanlarda yolunu kaybetmiş bir çocuk çaresizliği çöreklenmiş ruhunuza…
Yaz bitti…
Benim yazacaklarım bitmedi daha…
Birdenbire olan hiçbir şeyi önceden fark edemediniz hiçbir zaman…
Siz mangal yakarken paraşütçüler atladı uçaklardan…
Sahillerde serinlerken…
Ocakta kahve yaparken…
Ansızın yakalandınız kurşunlara ve bombalara…
Evlilik fotoğraflarınızı bile alamadan çıktınız geriye dönüşsüz bir yolculuğa…
Borazancıbaşının borusunu duymadınız çünkü…
Vakit geç değildi oysa…
Ama her şeye geç kaldığınız gibi buna da geç kaldınız…
Siz yaşadınız, çektiniz ve gördünüz…
Kalbinize o kadar çok sevdiklerinizi gömdünüz, ki kalbiniz koca bir mezarlık…
Bir daha yaşamak istemezsiniz yaşadığınız acıları değil mi?
Öyleyse neden bu kadar suskunsunuz?
Neden bıçaklar açmıyor ağzınızı…
Konuşun…
Bağırın…
Haykırın…
Hiçbir şey diyemeseniz bile “Savaşma seviş” deyin…
Sen savaşsız günlerin bu meydanlardaki pankartlı barış kahramanı…
Sen de mi?
Sen de mi sustun?
Yoksa sen de mi savaştan başka hiçbir sığınak bulamayan aklını yitirmiş bir diktatörün haklı olduğuna inanıyorsun?
Benim söyleyecek sözüm var ona…
Senin yok mu?
Güvercinler uçurdu bile selamımı…
Yollarımız ayrı…
Sen savaş istersin…
Ben barış isterim bayım!
Kan rüyası görürsün sen…
Ben mavi suların…
Bir sabah uyanır gökyüzüne bakarım…
Yaşadığımı anlarım…
Kalbimdeki mezarlıktan sesler duyarım…
Çocuk iniltileri…
Kadın çığlıkları…
Bir bahar akşamı ona rastlarım…
Ve sorarım:
-Daha önceleri neredeydiniz?
Leymosun’daydım der…
Karpaz’da…
Lefkoşa’nın dar bir sokağında…
Babam esnaftı…
Bandabuliya’da…
***
Denizler durulmaz dalgalanmadan dersin hep bana…
Deme sakın…
Şimdi duymak istemem…
Hep iki toplumluydun…
Şimdi tek toplumlusun…
Bu savaş histerisine karşı birlikte mücadele için omuz vermeyi bekleyen toplum boşuna bekliyor seni…
İşte bir daha karşı karşıya getiriyorlar seni, zivaniya ve uzo sofralarında muhabbet ettiğin dostlarınla…
Zor zamanda konuşmuyorsun…
Hep kolayına kaçıyorsun…
Gün gelir ve sorarlar bir gün sana da:
-Daha önceleri nerelerdeydin?
***
Ne bekliyorsun, neyi bekliyorsun şimdi?
Bir emir çıkmasını mı bir yerlerden?
Bütün gözyaşlarını dökmesini mi ağaçların?
Bahçeleri lavanta kokusunun sarmasını bekleyen sen değil misin?
Barut değil, kekik ve adaçayı kokusu ile doldurmadın mı ciğerlerini?
Avuçlamadın mı pınar sularını?..
Yaseminlerle hiç konuşmadın mı?
Sen öl deseler ölecek insan mısın?
Otur şu deniz kenarına…
Bak yıldızlara…
Uğrunda ölmeye değer bulduğun şeyleri anlat bana…
İyi bak bir de o kara kaplı kitaba…
Kanlarından para ve mal mülk yapılanlara…
Uğrunda öldüğün toprak vatan, ama sırtlanlar ve çakallar, mezarının üstünde şölen yapmazsa eğer…
***
Yaz bitti işte…
Yazı bitmedi daha…
Kan dökümüne çağıran borular çalınca barışı savunmaktır aslolan…
Uyan…
Kalk…
Ormanların ve dağların gümbürtüsü vurmadan başına…
Ordular kılıçlarının kanını silerken ve jetler şehirleri yakıp yıktıktan sonra yuvalarına dönerken ağlayıp sızlamanın bir faydası yok…
At dalgalara kendini…
Bir güneş ol denizin karşısında…
Şener LEVENT
4 Eylül/ 2020
Avrupa